Söyleşi
Ute Wörmann-Stylianou
Wörmann-Stylianou Hanım, uzun yıllar Fransa'da Lille Üniversitesi'nde DAAD adına Almanca öğretim görevlisi olarak ve aynı zamanda Goethe-Institut Lille'de öğretmen olarak çalıştınız. Bu süre zarfında 1983 yılında Lefkoşa'ya yanına taşındığınız Kıbrıslı eşinizle tanıştınız. Kıbrıs’a gelişinizden kısa bir süre sonra Goethe-Institut‘ta Almanca öğretmeni olarak çalışmaya başladınız ve 1985 yılından itibaren dil kurslarının ve sınavların yöneticiliğini üstlendiniz. Seksenli doksanlı yıllar Goethe-Institut Kıbrıs'ta nasıldı? Hangi enstitü müdürleriyle çalışma deneyiminiz oldu? Enstitünün çalışmaları nasıldı?
Öncelikle geriye dönüp baktığımda gözlerimin önünden geçen sahneleri ve görüntüleri size aktarmak istiyorum. Bunlar çalışmalarımıza etki eden, o zamanki Goethe-Institut’un yakın çevresindeki atmosferle ilgilidir: Seksenli doksanlı yıllarda ziyaretçiler, özellikle de Almanca öğrenenler sadece Kıbrıs Rum kesiminden yani Kıbrıs Cumhuriyeti'nden günün her saatinde Goethe-Institut‘a serbest ulaşabiliyordu. Goethe-Institut yalnızca ara bölgede değil, aynı zamanda da askeri bölgedeydi. Şu anda enstitünün karşısındaki Château Status restoranına Kıbrıslı Rum askerler konuşlandırılmıştı ve Goethe-Institut'a giden şehir duvarının üzerinde Türk ordusunun askerleri devriye geziyordu. Birleşmiş Milletler askerleri ve yerel ordunun nöbet noktaları Baf Kapısına yakındı. Doksanların sonlarında havada sürekli bir gerginlik vardı. Böyle gergin bir dönemde, Ledra Palace Otel'deki BM askerlerinin irtibat subayını ziyaret ettim ve onunla bu konuda istişarede bulunduk. Bana küçük bir anahtar verdi. Bu anahtar bizi Ledra Palace'tan ayıran çitin içindeki bir kapıyı açıyordu. Acil bir durumda öğrencileri güvende olacakları avluya götürebilmemiz için bize izin verilmişti. Bu minik anahtar, endişeli ebeveynlere, bir tehlike durumunda çocuklarını koruyacağımız güvencesini vermişti. Yeşil Hat kapalıydı ve Kıbrıs'ın kuzeyini ziyaret etmek için vize başvurusunda bulunmanız gerekiyordu. Ve bize gelmek isteyen Kıbrıslı Türkler de, ancak özel izinle bizi ziyaret edebiliyorlardı. 80'li yılların sonunda Ledra Palace Otel'de ilk iki toplumlu Almanca öğretmenleri buluşmasını organize ettiğimizde hoş bir heyecan yaşanmıştı. Baştaki o dikkatli ve temkinli tanışmaları hatırlıyorum ve salonumuzda düzenli olarak düzenlediğimiz öğretmenler için meslek içi eğitim kurslarının, bunu izleyen yıllarda Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk Almanca öğretmenlerini nasıl dostlukla birleştirdiğini.
Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler de bilinçli olarak yakınlaşma çalışmaları yapıyorlardı. 1995 yılında, 1974 olaylarından tam 21 yıl sonra ilk iki toplumlu konser yanımızda Ledra Palace'ta yapılmıştı. Projeye öncülük eden kişi, Goethe-Institut ve Institut Français'yi de proje ortakları olarak kazanmayı başaran Michalis Chimarrides'di. Konsere güvenlik açısından isimlerini listelere yazdırmak zorunda kalan yaklaşık 2000 kişi gelmişti. Müzisyenler, geleneksel Kıbrıs müzikleri çalmış, danslar edilmiş ve çok sevilen gölge tiyatrosu gösterimi yapılmıştı. Mutlu bir atmosfer vardı. Umut vericiydi.
O zamanlar, öğretmenler için meslek içi eğitim de dahil olmak üzere dil bölümünün organizasyonu için başlangıçta haftada 6 saat, daha sonraları ise haftada 9 saat sözleşmeli olarak çalışıyordum. Uzun süre daha bilgisayarlar yoktu ama onların yerine dosyalar vardı hem de bol bol. Sözleşmenin geri kalanını dersler dolduruyordu. İlk kez iki toplumlu bir konuşma kursu açabildiğim için çok mutlu olmuştum, ancak Yeşil Hat'ta yaşanan bir olay sonrasında Kıbrıslı Türk öğrencilerin kursa devamı yasaklandı. Bu güzel proje aniden sona ermişti. Yakınlaşma ve aniden uzaklaşma bu yılların deneyimleri arasındaydı.
Benim ilk amirim Dr. Blümlein'dı. Genç ve sıra dışıydı- o zamanlarda bile çalışanlarının ona sen diye hitap edebileceklerini önerecek ruh haline sahipti. Değişmeyen, küçük bir ekibi vardı: sekreterimiz, her zaman neşeli olan Christa Papaphilippou'ydu. Niovi Makrides mali işlerden, programın hazırlanmasından ise Barbara Walz sorumluydu. Ulla Hajikakou kütüphanedeydi ve ayrıca DAAD bu görevi devralana kadar eğitim danışmanı olarak çalışıyordu. Her ikisi de teknisyenimiz Bay Doulamis'in eşi gibi aynı zamanda Almanca öğretmeni olarak çalışıyorlardı. Salonumuzda ve PIO'da (Press and Information Centre) gerçekleştirilen yoğun film gösterimleri hafızalarda kalmıştır: on bölümden oluşan bir Fassbinder-Serisi ve bunun akabindeki tartışma akşamları, 3. Reich'la ilgili bir başka film dizisi ve ardından bir seminer, bir Marx semineri ile birlikte Brecht filmleri. Geriye dönüp bakıldığında son derece erken, Recycling'in önemi üzerine bir konferans. Yazları yapılan dönem sonu partileri biz öğretmenler tarafından her zaman çok yaratıcı bir şekilde tasarlanıyordu. Öğrenciler ve öğretmenler tiyatro oyunlarından ve müzik gösterilerinden büyük keyif alıyorlardı. Böylece kurs yılı mutlu bir şekilde noktalanıyordu.
Uzun süre Atina, İstanbul ve Roma'da dil bölümünün müdürlüğünü yapmış olan Peter Baresel (merhum), zengin tecrübesi, sakinliği ve mizah anlayışıyla bizimle olduğu süre içinde hizmet yıllarını tamamladı. Ressam ve enstalasyon sanatçısı Horst Weierstall ile yaptığı işbirliği hatırlanacaktır. Sanatçı, örneğin daha sonra sergilerde belgelenen duvar – aksiyonlarını gerçekleştirmişti. Duvarı aşmak için duvara bir merdiven dayayan sanatçının görüntüsü çok etkileyiciydi. Baresel Bey, 1985 yılına kadar dil bölümünün müdürlüğünü yapan ve aynı zamanda Eğitim ve Kültür Bakanlığı'nda Almanca konusunda uzman danışman olan meslektaşımız Magda Phantarou'yu devlet okullarında Almanca öğretimi için bir müfredat geliştirmede destekledi. Yıl sonu partilerinde de eğlenceli rollerde oynamaktan da çekinmezdi. Eğitimli bir anaokulu öğretmeni olan eşi Marie-Luise, öğretim kadrosunun çocuklarının, salonda veya evinde, son derece yaratıcı fikirlerle bakımını üstlendi. Sula Akouta’nın bize gelmesiyle, çocuklarımız için iki dilli kurslar açabildik ve bu kurslar bir gelenek haline geldi. Beklenmedik bir şekilde Baresel Bey kalp ameliyatı olmak zorunda kalarak yaklaşık altı ay boyunca işinin başında olamamıştı. Bu süre zarfında, program bölümünün önceden planlamış olduğu projelerin yürütülmesi ve projelere eşilik etmem için beni görevlendirmişti. Turizm ve ekonomi konulu bir seminerin açılışına katılmıştım, Lefkoşa Belediyesi işbirliğiyle Mağusa Kapısı'nda başka bir de sergi açılışı yapılmıştı. Bunların sonraki görevler için ilk tecrübeler olacağını o zaman henüz bilmiyordum.
Büyük bir filantropist olan Hilmann von Halem'in görev süresi, ilk bütçe kesintilerinin yapıldığı döneme denk geldi ve bu onun zamanla programlarların hazırlanmasında elini kolunu bağladı. Ancak 1995 yılında yanımızdaki Ledra Palace'ta gerçekleştirilen harika konser onun sorumluluğundaydı. Hizmet döneminin sonunda bizi bekleyen sorunların; 1998 yılındaki ilk kapanış duyurusunun, duyarlı bir tanığı olacaktı.
90’lı yılların sonunda tüm dünyadaki Goethe-Institut‘larda bir yeniden yapılanma dalgası yaşandı ve bu da fon kesintileri nedeniyle enstitü ağında büyük tasarruflara ve kapanmalara yol açtı. Lefkoşa da kapatılacak enstitüler listesindeydi. Bu, kesinlikle çalışanlar için olduğu kadar, enstitünün proje ortakları ve dostları için de büyük bir şoktu. Meslektaşlarınızla birlikte, enstitünün kapatılmaması için, kapatılması yerine bir Goethe-Zentrum’a (Goethe Merkezi) dönüştürülmesini sağlamak için savaştınız. Bu yeniden yapılanmayı nasıl deneyimlediniz ve bir Goethe-Zentrum’a dönüşüm ve Goethe-Zentrum olarak devam etme nasıl başarıya ulaştı? Nelere devam edilebildi? Nelerin değişmesi gerekti?
Yukarıda belirttiğim gibi, 1998 sonbaharında, merkezin büyük bir kapanma dalgasının bir parçası olarak Goethe-Institut Lefkoşa'nın çalışmalarına son verme kararını öğrendiğimizde tamamen hazırlıksızdık. Ancak bir usül hatası kararın hemen uygulanmasını engellemişti. Yeniden yapılanma konusunu duymuştuk, kapatılmaları da. Ama daha önce bölünmüş bir ülkenin, bölünmüş bir adada bulunan dünyanın son bölünmüş başkentindeki bir enstitüyü kapatabileceği aklımıza gelmemişti. Bugün pandemide bir gecede işini kaybeden insanları çok iyi anlayabiliyorum. Yer, ayaklarınızın altından çekiliyor. O zamanlar çalışan temsilcisiydim ve merkez ofise, Goethe-Institut'un başkanına, Dışişleri Bakanlığı'na protesto mektupları gönderdim ve daha önce bölünmüş olan bir ülkenin hala bölünmüş olan başka bir ülkeyle kendini dayanışma içinde olmaya zorunlu görmemesinin nasıl temsil edilebileceğini sordum. Bu, sonuçsuz kaldı.
Lefkoşa Goethe-Institut'un son müdürü (merhum) Öppert Bey döneminde 1999 yılında bir yandan "organizasyon", diğer yandan da "Goethe'nin kurtarılması" gerçekleşti. Ursula Kareklas, Dorothea Ioannides ve ben, trio olarak birlikte kolları sıvadık ve Yunanistan'daki Chania ve Patras gibi kapanma listesindeki diğer enstitüleri örnek alarak bir Goethe-Zentrum kurmaya giriştik. Alman büyükelçiliği yardım etmek için yanımızdaydı. Daha sonra New York'ta BM temsilcisi olan o zamanki büyükelçi Dr. Peter Wittig'e burada çok teşekkür etmek istiyorum: "Wörmann Hanım, şimdi kapıları aşındırmayı öğrenmelisiniz!" demişti. Bu çok gurur kırıcı duyulsa da izlenecek yolun bu olduğu belli olmuştu. Ursula Kareklas ve ben yola koyulduk ve Limasol'daki, Tanrı'ya şükürler olsun ki, o zamanlar daha işleri çok iyi durumda olan Alman denizcilik şirketlerini ziyaret ettik: Oldendorff, Hahn Stichling, Columbia, Intership ve Medstar hukuk firması da dahil. Kapıları aşındırdık ve sonunda yöneticileri, kurulacak olan Goethe- Zentrum‘un faaliyetlerini yakından izleyecek, değerlendirecek ve mali olarak destekleyecek, büyükelçinin başkanlık edeceği bir kurul oluşturmak için ikna edebildik. (Burada Kıbrıslı bir şirkete, yıllarca işimizi yapmamızı finansal desteğiyle kolaylaştıran Alex Soteriou'nun fotovoltaik şirketi ENFOTON SOLAR LTD'e teşekkür etmek istiyorum.)
1999'un sonuna gelindiğinde: Bizi Goethe-Institut Atina'ya ve merkez ofise bağlayan idari programın kapatıldığı an, yıllardır kendimizi özdeşleştirdiğimiz bir topluluktan çıkmış olduk. Bu ani koparılış çok acı vericiydi. Goethe-Institut Athens'in müdürü Horst Deinwallner, programların hazırlanmasında anlayışlı danışmanımız ve yol arkadaşımız oldu. Başından beri hedefimiz Goethe-Zentrum Lefkoşa'yı aşina olduğumuz Goethe-Institut Lefkoşa geleneğine uygun olarak, yani kültür ve dil çalışmalarını paralel olarak devam ettirmekti. Her şey sürekli finansmanla ilgiliydi. Değerli bir Kıbrıslı meslektaşımızı - çok acı bir şekilde – Kıbrıslı olarak bir Alman meslektaşımızdan daha kolay iş bulacağı umuduyla işten çıkarmak zorunda kaldık. Binanın kira giderlerini karşılayamadık. Aşırı durumlarda, aşırı şeyler yaparsınız. Bütçe planımızı küçük çantama koydum, Almanya'ya uçtum ve hem benim hem de ailemin çalışmış olduğu Bielefeld'deki Oetker şirketine gittim. Orada yakın zamanda kurulmuş bir kültür vakfının başkanıyla saatlerce süren müzakereden sonra, kirayı destekleme taahhüdü aldık. Vakıf önce altı ay, sonra iki yıl ve sonunda da beş yıl boyunca kiramızın yarısını ödedi. Ancak ilk yılın sonunda hayatta kalacağımız hala hiçbir şekilde kesinleşmemişti. Dorothea Ioannides hayatta kalma şansımızı artırmak için istifa etti. Ursula Kareklas, merkezin kurulması için yaptığı bir buçuk yıllık yoğun çalışmanın ardından öğretmenlik faaliyetlerine geri döndü. İşleri paylaştık: Yine uzun yıllar deneyimli bir öğretmen olan Christine Herden-Demetriou, dil bölümünün yönetimini devraldı, ben de programın hazırlanmasından sorumluydum. Bu andan itibaren, Goethe-Zentrum, çok açık bir şekilde Goethe-Institut modeline göre çalışmaya başladı. Farklı olan ne vardı? 1. Genel merkezden gelen temel finansmana ek olarak geriye kalan gerekli fonları bulmak için üzerimizde sürekli mali baskı vardı ve iyi niyetli de olsa sıkı kontrol altında çalışıyorduk 2. Genel merkez tarafından tüm dünyadaki Goethe-Institut’lara getirilen yenilikler örneğin elektronik yönetimdeki yenilikler artık bizim için geçerli değildi. Dışarıda bırakılmıştık. 3. Buna rağmen: Kendi sorumluluğumuzda ülkemiz için kültür ve dil çalışması yapmak için heyecan verici bir keşif yolculuğuna çıktık.
Kıbrıs'a gelişimden kısa bir süre sonraki ilk buluşmamızda bana, Goethe-Zentrum’un müdürü olarak çalıştığınız dönemden asla vazgeçmek istemeyeceğinizi söylemiştiniz, ne kadar yorucu olursa olsun işinizin ufkunuzu genişlettiğini düşünüyordunuz.
Tam da öyle. İşimizi zevkle yapıyorduk ve halktan ve işbirliği ortaklarından gelen tepkiler bizi keyiflendiriyordu. Dil Bölümü, Christine Herden-Demetriou'nun yönetimi altında büyüyüp gelişti. Christine Herden-Demetriou bölgesel enstitünün dil bölümünün müdürü ile düzenli temas halindeydi ve bu nedenle her zaman en yeni gelişmelerden haberdardı. Birincil hedef, diğer hedeflerin yanı sıra, tabii ki tüm Kıbrıs'taki Almanca öğretmenleriyle iletişimi devam ettirmek ve genişletmek ve düzenli olarak meslek içi eğitim sağlamaktı. Yeşil Hat'ın açılmasıyla Kıbrıslı Türk öğrencilere de kapılarımızı açabilmiştik. Bir mutluluk: Burada Kıbrıslı Rum Almanca öğrencileriyle yan yana masalarda oturup çalışıyorlardı! Christine Herden-Demetriou, velilere ve öğrencilere daha iyi danışmanlık yapabilmek için Türkçe öğrendi ve bu da iletişimi kolaylaştırdı. Yerel talep nedeniyle kurs yelpazesi sürekli olarak genişletildi, örneğin erken yabancı dil öğrenimi ve iki dilliler için kurslar eklendi. Öncülük yapmak, ilk çalışmaları yapmak gerekiyordu ve bu deneyimlerden bölgesel meslek içi eğitim seminerlerinde yararlanılıyordu. Kurs yelpazesinin diğer ucunda, yerel bakanlık görevlilerine yönelik kurslar vardı ve bunun yanında henüz bu kurslar için hiçbir deneyim bulunmayan yeni bir "Blended Learning" kursu programa dahil edilmişti. PASCH insiyatifi okullarla olan işbirliğine de yeni bir hız kazandırmıştı. Sınavların, dillere ilişkin Avrupa Ortak Referans Çerçevesi'nde standartlaştırılması, sınav ve sınav adayları sayısında hızlı bir artışa neden olmuştu. Yeni TestDaf sınavı başka bir yapı taşıydı. Almanca öğrenenler için Almanca Olimpiyatları gibi çok çeşitli imkanlar da sunulmuştu. Christine Herden-Demetriou, tüm bu zorlukların üstesinden tek başına geldi.
Program bölümüne gelince, iki toplumlu çalışmanın getirdiği yeni ivmeye daha sonra değineceğim. Her şeyden önce, eski Goethe-Institut’un mevcut kooperasyonlarını sürdürdük, her işbirliği hem kişisel hem de profesyonel açıdan bir keşifti. Arkeolog ve sanat tarihçisi Anna Marangou, ressam Horst Weierstall/ sanat enstalasyonları, Arianna Economou/ modern dans, Panicos Chrysanthou/ film yapımcısı, Katie Economidou/ şan, Garo Keheyan, Pharos Arts Foundation /konserler ya da Lily Michaelides & Nora Hadjisotiriou/ Avrupa çerçevesinde şiir okuma, dramaturg ve aktörler Achim Wieland & Marios Ioannou, sopranolar Katerina Mina, Alexandra Gravas, Polyfonia Korosu ile koro şefi Maro Skordi gibi işbirliği yapacağımız yeni proje ortakları keşfettik. Katolik Kilisesi'nde Noel pazarı ve Noel konseri bir gelenek haline dönüştü. Başkanlıklarını Dr. Andreas Spyridakis ve İbrahim Toprakçı’nın yürüttüğü Kıbrıs Rum- ve Kıbrıs Türk Alman Kültür Dernekleri ile dostane ilişkiler ve işbirliği içindeydik.
Öte yandan Alman sanatçıları burada tanıtarak kültürlerarası buluşmaya katkıda bulunuyorduk. Hatırladığım görüntüler: Şu anda Georg Büchner Ödülü sahibi olan şair Jan Wagner'i ilk birinci olarak davet etmiştik. Tasarruf etmek zorunda kalma korkusuyla, onu çok sıkışık bir yere yerleştirdik. Bizi bağışlasın. Nora Gomringer eski kütüphane salonunda ateşli bir Slam Poetry Session yapmıştı. Çağdaş Alman mücevher tasarımcılarının eserleri Münih'te Galerie Biro, Olga Zobel üzerinden Hellenic Bank'ta sergilenmişti ve etkileyiciydi. Eski Pallouriotissa Pazarı Kültür Merkezi'ndeki dışavurumcu ressamların eskizleri, Lefkoşa Leventis Kent Müzesi'ndeki Meissen porselenleri ve Dresden'den Kıbrıslı bir soprano ile bir resital, Theodorakis uzmanı Gerhard Folkerts ile piyano akşamları ve Archontiko Axiothea'daki Kıbrıs Üniversitesi'nin kültür merkezinde yapılan caz konserleri, Pallouriotissa'daki Constantia açık hava sinemasında yerel Filmclub ile işbirliği içinde düzenlenen film gösterimleri, hepsi yaz sonunun bir parçasıydı. Her bir proje, insanın hayal gücünün güzel çeşitliliğine yeni bir yolculuktur.
Kontrol noktaları 2003'te açıldı ve 2004'te Kıbrıs'ın tamamı AB'ye katıldı. Goethe-Zentrum’un müdürü olarak bu dönemi nasıl yaşadınız?
Gerçekten de bu yıllarda beklenmedik şeyler oldu: 23 Nisan 2003'ü çok net hatırlıyorum. Dokuzdan kısa bir süre önce bizim "Goethe"nin girişindeydim. Kıbrıs'ın kuzeyinde gevşetilmelere gidilebileceği, hatta Yeşil Hat'ın olası açılışı hakkında bir şeyler okumuştum. Geriye baktım ve iki kontrol noktası arasındaki yolda alışılmadık bir canlılık gördüm, beş kişi, on kişi, yirmi sonra nihayet 150 kişi. Hava sıcaktı, su getirdik, BM askerleri de bize destek vermeye geldi. Tahminen bir hafta sonra bizim taraftan insan akını başladı. Kıbrıslı Rum göçmenler bitmek bilmeyen bir araba kuyruğunda geçişi bekliyorlar, uzun yıllar sonra nihayet doğdukları yerleri, evlerini tekrar görmek istiyorlardı. Kimileri Goethe’nin bahçesinde dinleniyordu: “29 yıl bekledik, şimdi 29 saat daha bekleyebiliriz. Eve gitmek istiyoruz."- Yeşil Hat açık kalmaya devam etti. Artık her gün birçok Kıbrıslı Türk geçiyordu, Kıbrıs Cumhuriyeti'nde iş bulanlar vardı. İnsanlar günlük yaşamda bu şekilde yakınlaştılar. Goethe-Zentrum‘un çevresi askerden arındırıldı: Çevrenin görüntüsü dönüştü, değişti: "Goethe"nin önündeki kontrol noktasının sağındaki harap binaya bir restoran inşa edildi. Arkasındaki bugünkü büyük otoparkta düzenli olarak yaz konserleri yapılıyordu. Ancak kontrol noktasındaki bir şey kaldı: Kayıp eşlerinin, oğullarının ve çocuklarının fotoğraflarını her gün ellerinde tutan siyah giyimli kadınların yıllarca süren nöbetleri.
Ara bölgedeki bu hassas yerde Alman kültür enstitüsünün bir görevi vardı. Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk sanatçı derneklerine buluşma fırsatı vermek. Öncelikle, Daphne Trimikliniotis'in yer aldığı EKATE ve Osman Keten'in başkanlığındaki EMAA sanatçı derneklerine ayda bir kez salonumuzda buluşma fırsatı sunduk. Ressam Nicholas Panayi burada aracı rolünü üstlendi. Her üyeye sanatını sunma fırsatı verildi. Mağusa Kapısı‘nda Lefkoşa Belediyesi ile ortak bir sanat sergisi düzenledik. Kıbrıslı Türk sanatçılar da bu etkinlikte yer aldı, bir olaydı. Umut dolu değişim heyecanı, sürekli yeni projeleri doğurdu: Salonda, daha sonra aniden aramızdan ayrılan şair ve ressam Niki Marangou eşliğinde Stephanos Stephanides, Lily Michaelides, Neşe Yaşın, Zeki Ali, Gür Genç, Nora Nadjarian ve daha birçok şairin katılımıyla ilk iki toplumlu şiir okuma etkinliği düzenlendi. (Daha sonra Ideogramma'nın Casteliotissa-salonundaki Poetry Festival'lerine ve ARTOS'ta Poetry Slam Session'lara katılımlarla bu fikri devam ettirecektik.) Araştırmacı gazeteci Sevgül Uludağ'ın verdiği konferanslar sayesinde, Kıbrıslı Türk veya Kıbrıslı Rum kayıp aileleriyle yoğun bir uzlaşma çalışması başarıldı. Anna Stelmach'ın adanın dört bir yanındaki Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türklerin çektiği portrelerini ve onların adanın geçmişi ve geleceğine dair kişisel yorumlarını içeren bir portre sergisi, bu kez Laiki Bank ile işbirliği içinde gerçekleştirilmişti; iki toplumdan katılımcılar bundan daha uzun bir süre Büyük Han'da dostane fikir alışverişi için buluşmaya devam edeceklerdi. 2006 yılındaki Alman AB Konseyi Başkanlığı kapsamındaki "Duvar Gezisi" projesinde, Berlin'den gelen büyük strafor-taşlar "Goethe"nin avlusunda adanın tüm bölgelerinden – Kıbrıs Cumhuriyeti'nden ve Kıbrıs'ın kuzeyinden – gelen öğrenciler, sanatçılar, şairler tarafından boyanmış ve betimlenmişti. Daha sonra Brandenburger Tor'da kapının tam ortasında iki taşımızı heyecanla görerek tanıyacaktık. 2009, Rose Marie Gnausch'un, "Elephants for Peace" isimli barış projesi. Yeşil Hat'tın her iki tarafındaki çocukları ve yetişkinleri Lokmacı (Ledra Street) kontrol noktasında bir araya getiren bu proje kapsamında sokak sergisinin açılışı, Lefkoşa'nın Kıbrıslı Türk Belediye Başkanı Cemal Metin Bulutoğluları ve Kıbrıslı Rum Belediye Başkanı Eleni Mavrou tarafından yapılmış ve büyüklü küçüklü eserler daha sonra Mağusa Kapısında herkesin erişimine açılmıştı. - Şu andan itibaren salonda canlılık, hayat vardı. Home4Cooperation'in açılışına kadar çok sayıda iki toplumlu grup burada bir araya geldi.
Bu 2003 dinamiği, tekrar bir araya gelmeye hazır olma, birlikte çalışma isteği, 2004'te Annan Planı'nın onaylanmamasının çok ötesine geçti. Ama tam da bu, bunca umudun birbirine bağlı olduğu önemli yılda, kendi ülkemizin yeniden birleşmesini deneyimlediğimizden dolayı, buradaki rolümüzün hiçbir şekilde yönlendirme anlamına gelmemesi gerektiğini, çok net bir şekilde anladım. Annan Planı oylamasından önce, o zamanlar Almanya'da ve şimdi Kıbrıs'ta karmaşık bir konu olan taşınmaz mal tanzimi konusunda Berlin'den bir uzmanı davet ettim. Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumlar katılım gösterdi. Her iki toplumda da yaraların ne kadar derine indiğine tanık olduk ve Kıbrıs'ta yeniden birleşme yolunun mukayese edilemeyecek derecede karmaşık ve daha zor olacağının farkına vardığımız yoğun bir öğrenme sürecinden geçtik. Bu tecrübeden yola çıkarak öncelikle tüm adalılar için yoğun bir karşılaşma, buluşma yeri olmaya çalıştık. 2004 yılında zaman bir çözüm için olgun görünmüyordu, ancak bu yıl buna rağmen, Kıbrıs'ın AB'ye katılımıyla belirleyici bir yıl oldu.
Kıbrıs'ın AB üyeliği konusuna bir kez daha geri dönmek istiyorum. Kıbrıs'ın yeniden birleşmesi umuduyla 2004 yılında adanın tamamı AB'ye kabul edildi. Ne yazık ki, bugüne kadar yeniden birleşme veya Kıbrıs sorununa çözüm bulunamadı. Kıbrıs'ı AB'ye katılmadan önce ve sonra, çalışan bir yetişkin olarak deneyimlediniz. AB'ye katılım ne sağladı? Ne olumluydu, ne belki olumsuzdu ve AB'ye katılmanın bir sonucu olarak Goethe-Zentrum'daki çalışmalarınızda değişiklikler fark ettiniz mi?
Her şeyden önce evet, Kıbrıs'ın AB üyeliği bir dönüm noktası oldu. Kıbrıs, AB'nin dış sınırını oluşturuyor, büyüleyici bir tarihe sahip ve burada yalnızca Persler, Asurlular, Mısırlılar ve Romalılar izlerini bırakmadı, aynı zamanda pek ihtilafsız olmayan Haçlılar (İngilizler, Franklar, Almanlar), ardından İtalyanlar, Osmanlılar ve İngilizler geldi. Bu yüzden bu küçük ada her zaman yabancı güçlere tabi oldu. Bu deneyimler ışığında ve hali hazırdaki mevcut güç dengesi karşısında, AB'ye katılım, güvenlik sağlayan ve yeni fırsatlar sunan korunmuş bir bölgeye kabul gibi görünüyordu ve bu böylesine küçük bir ülke için büyük önem taşımaktadır. Bundan başka, çok eski bir Avrupa bağının yeniden örüldüğü söylenebilir, ancak bu sefer bağımsız olarak. Kıbrıs'ın sadece bir bölümünün bu üyeliği fiilen uygulayabilmesi gerçekten üzücü oldu, çünkü örneğin Kıbrıslı Türk ve Avrupalı sanatçılar/ülkeler arasında resmi bir sanatçı değişimi mümkün değil. Ancak AB'ye katılımla, zaten var olan "Avrupa" işbirliğini yoğunlaştırdık ve bilincine daha çok vardık: Institut Français ile işbirliği doğaldı ve Charles de Gaulle'ün vizyonu için hala minnettarım. 2003 yılında Fransız-Alman dostluk antlaşmasının 40. yıldönümünü birlikte kutladık, ancak 2004'ten itibaren, işbirliği gözle görülür şekilde yakınlaştı. İşbirliğimiz büyük ya da küçük her iyi fırsatta ve oradaki meslektaşımız Bertrand Dubart ile her zaman dostane bir kooperasyon içinde gerçekleşti. Çok güzel bir ayrıntı: Institut Français'nin başkanı da belli zamanlarda bizim Almanca öğrencimiz olmuştu. Polonya Büyükelçiliği ve Polonya Dostluk Derneği MALWA ile olan işbirliği de benim için çok önemliydi. Ortak konserler ve sergiler düzenledik. Bu kooperasyonlar kendi içlerinde anlamlıydı ama aynı zamanda yüreklendirme amaçlıydı: Hendekler çok derin olsalar da aşılabilirler. Eğitim ve Kültür Bakanlığı ve Limasol'daki Rialto Tiyatrosu ile işbirliği içinde Avrupa Dans Festivalinin (bugün çağdaş dans festivali) oluşumunda yer aldık ve bu, yıllar içinde programın ayrılmaz bir parçası haline geldi.
Angela Merkel, Ocak 2011'de Goethe-Zentrum‘u ziyaret etti. Haziran 2011'de Goethe-Institut yeniden açıldı. Dönemin Goethe-Institut Müdürü Klaus-Dieter Lehmann buna destek verdi ve 2011'de anahtarları, daha önce Goethe-Institut Şam‘da bulunan ama enstitüsü Suriye'deki iç savaş dolayısıyla kapatılmış olan, enstitü müdürü Björn Luley'e teslim ettiniz. Yeniden açılma nasıl oldu ve yeniden açılma kişisel olarak sizin için ne ifade etti?
2010 yılının sonunda, 10 yıllık faaliyet sürecinin ardından, o zamanki Atina Bölge Enstitüsü müdürü Dr. Rüdiger Bolz bize dostane bir ziyarette bulundu. Goethe-Institut'un Kıbrıs'ta yeniden açılabilmesi için merkezimizi sunmanın bizim için mümkün olup olmayacağını sordu ve bu soruyla bizi çok şaşırttı. Şaşkınlık ve evet, Münih'teki yönetimin eski Goethe-Institut Lefkoşa‘nın kapatılmasının yanlış mesaj verdiğini fark ettiği algısı. Ocak 2011'de Şansölye'nin Kıbrıs'a ve Goethe-Zentrum’a yaptığı ziyaret elbette ki beklenmedikti. Şüphesiz, bu çok özel bir andı. İlk önce onunla bu özel yer nomanslanddaki deneyimlerimizin anlatıldığı bir görüşme yaptık, ardından Merkel Hanım, Yeşil Hat'ın her iki tarafından ileri seviyedeki öğrencilerin katıldığı bir soru saati için hazırdı. İyi bir pedagog olduğu ortaya çıktı ve canlı, ciddi bir diyalog gerçekleşti. Haziran 2011'de yeni Goethe-Institut Kıbrıs'ın açılışını şimdilerde söylendiği gibi bahçemizde kutladık. Goethe-Institut’un başkanı Sn. Klaus-Dieter Lehmann, tabii ki Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'nın ve birçok onur konuğunun huzurunda enstitünün açılışını yaptı. Goethe-Zentrum’a hem zaman hem para açısından büyük yatırım yapmış olan en önemli sponsorumuz için kapanışımız acı bir hayal kırıklığı anlamına geliyordu ve bunu kendisi de çok net bir şekilde dile getirdi. Buna rağmen bundan sonra güvenli, emin bir temel üzerinde çalışmaya devam etmenin ve anahtarı Bay Luley'e devretmenin iyi bir çözüm olduğu ortaya çıktı. Onu şimdi zorlu bir görev bekliyordu: bir Goethe-Zentrum‘dan bir Goethe-Institut‘a geçiş.
Geriye dönüp baktığımda, sevgili eski Goethe-Institut Lefkoşa'nın kapanmasından önceki ve sonraki çok zor zamanları ve ardından da kültürel ortaklar ve sanatçılarla karşılıklı alışveriş ve işbirliği içinde geçen büyük minnettarlık duyduğum on güzel, zengin meslek yılını hatırlıyorum. Yıllar boyunca bize destek verenlere ve özellikle de ekibimize; eşbaşkan Christine Herden-Demetriou, Irini Hadjikypri, daha sonra Elena Petrou ve Dagmar Pashia'ya teşekkürü borç bilirim. - Goethe-Institut Kıbrıs'ın açılması, çalışmalarımızın boşa gitmediğini açıkça ortaya koydu. Şimdi sakin bir şekilde yeni bir “sakin olmayan” emeklilik dönemine geçebilirim.
Goethe-Institut Kıbrıs'a önümüzdeki 60 yıl için ne dilersiniz?
1974 yazında, ilk kez Goethe-Institut’un yanından nomanslandı geçerek şehrin kuzeyindeki Frank katedralini kendi gözlerimle görmeye gittim. Bundan kısa bir süre sonra enstitü savaş alanının tam ortasında kaldı. Bir ayrım çizgisi oluşturuldu. Neredeyse 30 yıl sonra, bu bölen Yeşil Hat beklenmedik bir şekilde açıldı! Goethe-Institut'taki çalışmalarım sayesinde, Yeşil Hat'ın her iki tarafında, bedenleri ve ruhları ile bu küçük ülkede barış içinde bir arada yaşamak için uğraş veren Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk öğrenciler ve ebeveynler, sanatçılar, sivil toplum örgütleri ve faal kişilerle tanıştım. Goethe-Institut'un tüm bu insanlara ve gruplara eşlik etmesini ve pandemi dışında da gelebilecek zor zamanlarda bile bir buluşma yeri olmaya devam etmesini diliyorum. Yaklaşık 15 yıl önce Kıbrıs Enstitüsü'nden Prof. Dr. Manfred Lange, önümüzdeki 50 yıl içinde gerçekleşebilecek veya gerçekleşecek olan Kıbrıs'ın çölleşme tehdidi hakkında bir konferans verdi. Yani umarım hala 35 yıl zamanımız var. Burada ve dünyanın her yerinde insan yapımı iklim değişikliği tehdidi altındayız. Belki de pandemi gibi bu da güçlü bir uyandırma çağrısıdır. Bu güzel adanın sakinlerinin birlikte ileriye bakmaları için, birleşmeleri ve adadaki yaşamın gelecekte de garanti altına alınması için, çevreye verilen zararların telafisi ve daha fazla zararın önlenmesi için projeler üzerinde yoğun bir şekilde çalışılması için bir şanstır. Bunun için yeterince fikir var. Goethe-Institut, bu projelere uzmanlar ve onların tecrübe ve teknik bilgilerinden yararlanarak yardım ve destek verebilir ve 60 yıl içinde, korkusuz, barışçıl bir arada yaşamanın hayalden gerçeğe dönüştüğü yeşillendirilmiş bir adayı kutlayabilir. Her hâlükârda Goethe-Institut Kıbrıs'a ve bu adadaki tüm insanlara tüm kalbimle bunu diliyorum.